Fârâbî (872, Fârâb - 950/951, Şam), 8. ve 13. yüzyıllar arasındaki İslam'ın Altın Çağı'nda yaşamış ünlü filozof ve bilim insanıdır. Aynı zamanda gök bilimci, mantıkçı ve müzisyendir.
Mantık ilmine yapmış olduğu katkıları ve düzenlemeleri sayesinde Fârâbî Orta Çağ İslam aydınları arasında Muallim-i Sânî ya da Hace-i Sâni (İkinci Üstat) olarak bilinir. Hace-i Evvel (Birinci Üstat) ise Aristo'dur. Farabi'nin hayatı, halefi olduğu Kindi gibi çok az bilinir. Bağdat, Halep ve Mısır'da bulunduğu, hayatının önemli bir kısmında Halep'teki Şii Hamdani hanedanı tarafından desteklendiği bilinmektedir. Etnik kimliği tartışmalıdır. Kimi kaynaklara göre Fars kimilerine göre Türk kökenlidir. Ancak Farabi, bütün eserlerini Arapça yazmıştır.
Farabi, Aristo'nun temel eserlerinin birçoğunu Arapçaya yeniden çevirmiş, bu eserlerin daha iyi anlaşılabilmesini sağlayan şerhler yazmıştır. Bu yanıyla hem İslam dünyasında antik felsefenin anlaşılmasını sağlamış hem de Arapçanın bir felsefe dili hâline gelmesine büyük bir katkı yapmıştır.
Farabi'nin bu büyük katkısının yanında İkinci Üstat kabul edilmesinin ana nedeni İbn-i Haldun'a göre onun mantık alanında yaptığı çalışmalardır. Farabi, Aristo'nun 6 ciltlik temel mantık kitabı Organon'un tüm bölümlerini içeren çeviriler ve şerhler kaleme aldı ve Organon'u iki bölüm daha ekleyerek 8 cilte çıkardı. Mantık ifadeleri, onu ifade etmek için kullanılan dil ve bilgi ile ilişkili olduğu için Farabi'nin mantık dışında dil felsefesi ve epistemoloji üzerinde de yoğun şekilde durduğu görülür.
Farabi'nin kökenine ve soyağacına ilişkin elde bulunan temel kayıtlar, diğer çağdaşlarında da olduğu gibi onun yaşadığı dönemde yazılmış olan biyografiler değil, sonraki dönemlerde rivayetlerden veya tahminlerden yola çıkarak yazılmış olan belgelerdir. Yaşam öyküsüne ilişkin kaynaklar oldukça yetersiz ancak hakkında genel bir bilgi verebilecek düzeydedir.
En erken ve güvenilir sayılabilecek kaynaklar ancak 6./12. yüzyıla kadar geriye gider. Farabi'nin, düşünce dünyası üzerinde önemli etkisi olmasına rağmen ne ardılları ne izleyicileri ne de diğer araştırmacılar onunla ilgili bir biyografi hazırlamışlardır. 6./12. yüzyıldan önceki kaynaklar iki gruptan oluşur:
Kendi eserlerinden tesadüfen elde edilmiş bilgilere göre zamanının önemli bir kısmını Bağdat'ta Yuhanna bin Haylan, Yahya bin Adi ve Abu İshak İbrahim el-Bağdadi gibi Hristiyan alimlerle geçirmiş olduğu rivayet edilir. Daha sonra ise Şam, Suriye ve Mısır'da yaşamış ve 950-951 yıllarında Şam'da ölmüştür.
Farabi'nin "El-Medinetü'l-Fazıla" (Fazilet Şehri: Toplumun İlkeleri Üstüne Kitap) adlı el yazmalarındaki bazı notlardan öğrenebildiğimiz kadarıyla 942 yılı Eylül'üne kadar Bağdat'ta kaldı, daha sonra Bağdat'tan ayrılıp Suriye'ye, Halep'e gitti, bir dönem Halep'te de yaşadı ve dersler verdi. Daha sonra Mısır'ı ziyaret etti ve "El-Medinetü'l-Fazıla"sını özetleyen 6 bölümü 948'de Mısır'da kaleme aldı. Ardından Suriye'ye geri döndü. Suriye'deki Hamdani hanedanından Seyfüddevle'nin koruması altında kaldı ve onore edildi.
Bu dönemde Suriye'yi kontrolü altında tutan Hamdani hanedanı Şii eğilimli bir hanedandı. Seyfüddevle'nin Farabi'ye büyük saygı duyması ve onu koruması Henry Corbin'e göre nedensiz değildir. Farabi'nin felsefesi ile Şii imamların nübüvvet ve vahiy temelli öğretileri arasında önemli ortaklıklar vardır. Henry Corbin, bu tarihsel ve felsefi değerlendirmelerden yola çıkarak Farabi'nin Şii olduğunu ileri sürer.
Tam adı tüm kaynaklarda, özellikle de en eski ve güvenilir olanlardan biri olan El-Mesûdî'nin kabul ettiği gibi Ebu Nasr Muhammed bin Muhammed el-Farabi'dir. Ancak Farabi'ye ait bazı el yazmalarında Ebu Nasr Muhammed bin Muhammed el-Tarkanî olarak da geçer. Buradaki Tarkan ailevi kökeni ya da bir unvanı belirtmekte kullanılan bir nisbet gibi durmaktadır.
Farabi'nin yaşadığı dönemde ve hemen sonrasında büyükbabasının adına ilişkin bir şey görünmemesine karşın, sonraki dönem metinlerinde şaşırtıcı şekilde Farabi'nin soyağacına ilişkin yeni bir isim belirir: Avzalağ. Avzalağ, İbn Ebî Useybia'ya göre Farabi'nin dedesinin adıyken, İbn Hallikân dedesinin babası olduğunu ileri sürer. Bu iki yazar aynı dönemlerde yaşamış olmalarına karşın Avzalağ ismini ilk kullanan İbn Ebî Useybia'dır, İbn Hallikân ise nasıl telaffuz edildiğini yazmıştır.
Modern Türk yazarlar ve bazı başka kaynaklar ise yeterli bir açıklama yapmaksızın ismin Avzalağ şeklinde değil Uyluğ şeklinde telaffuz edilmesi gerektiğini yazarlar.
Doğum yeri bazı kaynaklarda Büyük Horasan'daki Faryab olarak bazı kaynaklarda ise bugünkü Kazakistan topraklarında bulunan Seyhun kıyısındaki Farab şehri olarak gösterilir. Farabi ile hemen hemen aynı dönemlerde yaşamış olan İbn Havkal Farabi'nin ölümünden 27 yıl sonra yazdığı "Yollar ve Ülkeler" (el-mesâlik-ü ve 'l-memâlik) adlı eserinde Farabi'nin küçük bir kale olan Vesic'de doğduğunu söyler. Vesic küçük bir yer olduğu için nisbesinde bağlı olduğu Farab şehrini kullanmış olmalıdır.
Buna karşın İbn-ül Nedim ve Beyhaki Horasan'daki Faryab'ı işaret ederler. Farabi'nin etnik kökeninin Türk mü, Fars mı olduğu çerçevesindeki tartışmaya benzer şekilde doğum yeri konusunda da bir tartışma süregelmiştir. Buna göre Fars kökenli olduğunu söyleyenler Büyük Horasan'daki Faryab'da doğduğunu, Türk kökenli olduğunu söyleyenler de daha doğuda, şimdiki Kazakistan'daki Farab'da doğduğunu ileri sürerler.
Eski Farsçada Pārāb (Hudûd el-âlem'de belirtildiğine göre) ya da Fāryāb (Pāryāb da denilir), "nehir yatağını değiştirerek sulanmış toprak" anlamında kullanılan yaygın bir yer adıdır. 13. yüzyılda ise Farab, Seyhun kıyısındaki Farab şehrinin adı olarak bilinir.
Farabi'nin etnik kökenine ilişkin farklı birçok görüş vardır. Dimitri Gutas'a göre "sonuç olarak, Farabi'nin etnik kökenini bulmaya çalışmak, bu konuda karar vermek için yeterli delil olmadığı için, yararsız bir çabadır." David C. Reisman'a göre "bu biyografik olgular karanlıkta kalmış, önemli olmayan ayrıntılardır, ancak yine de Orta Çağ biyografi yazarlarının yaptığı gibi hayali öykülerle bezenmiş abartmalara veya modern yazarların yaptığı gibi eserlerinin uydurma yorumlarından yola çıkarak Farabi'nin etnik kimliği ve dinsel aidiyetine ilişkin bir çekişmeye girilmesine karşı durmalıyız."
Orta Çağ Arap tarihçisi ve Farabi'nin "ʿOyūn" adlı ilk biyografisinin yazarı olan İbn Ebî Useybia, Farabi'nin babasının Farslı olduğunu yazar. Yine 13. yüzyılda yaşamış olan ve Farabi'nin erken dönem biyografilerinden birini yazan Şemseddin Şehrezuri'ye göre Farslı bir ailede dünyaya gelmiştir.
Ayrıca Farabi'nin, eserlerinde Farsça ve Soğdca çok sayıda kaynak ve dipnot kullanmasına hatta Yunancadan alıntılar yapmasına karşın, ilginç şekilde Türkçeden hiçbir alıntı yapmamıştır. Farabi'nin ana dili Soğdca veya Türk dillerinden biri de olabileceği gibi Farab'ın ahalisinin konuştuğu dil de olabilir. Muhammad Javad Mashkoor ise Farsça konuşan Orta Asya kökenli olduğu şeklinde bir argüman geliştirmiştir.
Farabi'nin Türk kökenli olduğunu ileri süren en eski kaynak İbn-i Hallikân (ö. 1282) olmuştur. Farabi'nin Fars kökenli olduğunu ileri süren Useybia'nın çağdaşıdır ve 1271'de tamamladığı "Wafayat" adlı eserinde Farabi'nin bugün adı Otrar olan Farab kenti yakınındaki Wasij köyünde, Türk bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldiğini yazar. İbn Hallikân'ın takipçisi olan modern yazarlar İbn Hallikân'ı referans alarak Farabi'nin Türk olduğunu yazarlar.
İbn Hallikân'ın Farabi için "el Türk" lakabını kullanmış olması Dimitri Gutas gibi yazarlar tarafından eleştirilmiştir. Bu eleştirilerde Farabi'nin hiçbir zaman böyle bir lakap kullanmadığı ileri sürülmüştür. Halbuki İbn Hallikân'ın izleyicisi Ebu el-Fida aslında İbn Hallikân'ın kullandığı "el Türki" ifadesinin sadece "o bir Türk idi" "wa-kāna rajolan torkīyan" şeklinde tanımlamak için kullanılmış olduğunu yazar. İbn-i Hallikân'a göre yaşadığı sürece giydiği Türk kıyafetlerini hiç değiştirmemiştir.
Farabi, İbn Ebî Useybia tarafından korunmuş ve kendisine ait olan otobiyografik metinlerde, Bağdat'ta Hristiyan alimlerden Yuhanna bin Haylan ile birlikte mantık çalışmış olduğunu söyler. Farabi, öğrenim müfredatında bulunan kitapların Porfiryus'un "Isagoge"si ve Aristo'nun mantık üzerine 6 ciltten oluşan Organon adlı eserinin Kategoriler, Yorum Üzerine, Birinci Çözümlemeler ve İkinci Çözümlemeler kitapları olduğunu belirtir.
Farabi'nin anlatımına göre hocası Yuhanna bin Haylan, dünyevi zevklerden elini eteğini çekmiş, kendisini kiliseye ve dinî görevlere adamış bir rahipti. Yuhanna ile birlikte Aristo mantığı üzerine muhtemelen Bağdat'ta çalıştı. Arap tarihçi El-Mesûdî'ye göre Yuhanna Muktedir'in halifeliği sırasında (908-932) Bağdat'ta ölmüştür. Bunun dışında Aristo'nun eserlerini Arapçaya tercüme edenlerden biri olan Ebu Bişr Metta'nın (ö. 940) yanında da mantık eğitimi gördüğü rivayet edilir.
Bu dönemde Bağdat okulu, İskenderiye tıp ve felsefe geleneğinin Arap dünyasında başlıca mirasçısı idi ve Farabi'nin bu Hristiyan alimlerle ilişkisi İslam dünyası ile Yunan felsefesi arasındaki en erken bağlantılardan birini oluşturur.
Bazı kaynaklarda Farabi'nin 40 yaşında Bağdat'a geldiği ve Arapçayı orada birkaç ay içinde öğrendiği söylenmektedir. Farabi'nin Arapçayı bir felsefe dili hâline getirecek kapsamdaki çalışmaları ve Arapçanın o bölgelerde çok daha erken yaşlarda öğrenilebilen bir dil olduğu düşünülürse bu olanaksızdır. Farabi'nin İbnü's-Serrâc'dan gramer (nahiv) dersleri alması ve buna karşılık ona mantık dersleri vermesinde gerçekte bir çelişki yoktur.
Farabi, sonraki çalışmalarında Arapçadaki edatların kapsamlı listelerini yapmış ve Arapçayı tüm mantık argümanlarını ifade edilebilir biçimde genişletmeye çalışmıştır. Bazı kaynaklarda da Farabi'nin 70 dil bildiğine dair ifadeler geçer. Her ne kadar uzun yolculuklar yapmış ve birçok ülke dolaşmış olsa bile bu kadar dil bilmesi abartılı görünür. A. Adıvar'a göre bu ifade Arapçada yetmiş anlamına gelen "seb'in" sözcüğünün yanlış anlaşılmasından kaynaklanmaktadır. Buna göre seb'in mutlak olarak söylendiği zaman, belli bir sayıya değil, çok olan bir sayıya karşılık gelir yani Farabi'nin çok sayıda dil bildiğinden bahsedilmektedir.
Farabi, Corbin'e göre derin boyutlu bir dinî ve gizemci zekâdır. Büyük bir sadelik içinde yaşar hatta sufilerin giysilerini taşırdı. İç âlemi ile baş başa kalmayı seven bir kişiliği olduğu için sık sık dünya gürültüsünden uzaklaşıp bir kenara çekilirdi.
Bununla birlikte musiki meclislerine katılmaktan zevk alırdı. Kendisi müziğe oldukça meraklıydı. "Musiki Üzerine" adlı önemli bir eser bırakmıştı ki bu eser Orta Çağ musiki kuramının en önemli eseri sayıldı.
Farabi'ye ilişkin en erken rivayet İbnü'n-Nedîm'in "Kitabu'l-Fihrist"inde yer alır ve Farabi hakkında çok az bilgi verir. Farabi'yi daha detaylı anlatan biyografik eserler ise ancak ölümünden birkaç yüzyıl sonra yazıldı. Bu kaynaklar şunlardır:
Farabi'ye ilişkin çok az bilgimiz olmasına karşın hakkında üretilmiş bir dizi efsane bulunmaktadır. Bunlardan birkaçından bahsetmek Farabi hakkında nasıl bir evliya yaratılmış olduğuna dair bir fikir verecektir.
İbn Hallikan'dan başlayarak birçok kaynak bu rivayetin mantıklı olup olmadığına bakmadan aktarmıştır. Buna göre Farabi, Seyfü'd Devle'nin meclisine ilk defa girdiğinde, oturmasına izin verilmiş, Farabi Seyfü'd Devle'ye "Senin oturduğun yere mi, yoksa kendi yerime mi" diye sormuş. Kendi yerine oturması söylenince, herkesi çiğneyerek gelip hükümdarın yanına oturmuş.
Hükümdar bunun üzerine sadece etrafındakilerle kendi aralarında konuştuğu bir dil ile Farabi'ye bazı şeyler soracağı, cevap veremezse dışarı atmalarını söylemiş. Ama Farabi, bu özel dille cevap vermiş ve bu özel dili nereden bildiği sorulunca da "yetmiş" dil bildiğini söylemiş. Az sonra içki meclisi başlayınca Farabi içki içmemiş, önce güldürücü bir parça çalıp herkesi güldürmüş, sonra ağlatıcı bir parça çalıp herkesi ağlatmış, sonunda da uyuşturucu bir parça çalıp herkesi uyutmuş ve oradan gitmiş.
Beyhakî'nin aktardığı bir rivayete göre Büveyhîler'in veziri ve dönemin büyük bir yazarı olan Sâhib bin Abbâd, Farabi'nin Tebriz'de olduğunu öğrenince, Rey şehrindeki sarayında görmek istemiş. Farabi bir gün Türk kıyafetlerine bürünüp kendisini tanıtmadan Sâhib bin Abbâd'in toplantısına gitmiş. Onu tanımayanlar giyim kuşamıyla alay etmişler.
Sonra yine içki içilmeye başlanıp alkol etkisini gösterince Farabi çalgısıyla herkesi uyutacak bir parça çalmaya başlamış ve herkes ölü gibi uykuya dalmış. Sonra da çalgısının üzerine "Farabi yanınıza geldi, onunla alay ettiniz; o da sizi uyuttu, sonra kayboldu." yazarak orada bırakmış. Sâhib bin Abbâd ve misafirleri uyandıklarında ne olduğunu anlamışlar ama iş işten geçmiş. Arkasından gönderilen kişiler Farabi'yi bulamamış ve Sâhib bin Abbâd hayatı boyunca buna üzülmüş.
9. ve 10. yüzyıllarda İslam uygarlığı yayıldıkça dil tartışmaları daha büyük önem taşımaya başladı. İslamiyet'i yeni kabul eden halkların Kur'an'ı anlayabilmeleri için Arapça öğrenmeleri gerekiyordu. Bir taraftan da yeni kültürlerle karşılaştıkça dil öğrenmek ve dil bilgisi daha da önemli hâle geldi. Bu yüzyıllarda Müslüman nahivciler (dil bilimciler) dil bilimi, kelime bilgisi (sarf), dil bilgisi (nahiv), anlam teorisi, seslerin çıkışı (meharicü’l-hurûf) ilmi, kelimelerin konumu ve türetilmesi ilmi (ilmü’l va’z ve ilm-i iştikâk), beyan ilmi, bedi’ ilmi, aruz ilmi, konuşmanın halin gerektirdiği şekle uygunluğu ilmi (ilmü'd-devâvin) ve başkasının sözünün kendi hâline uygunluğu ilmi (ilmü'l-muhazara) gibi gruplara ayırdılar.
Aristo felsefesinin
"Her insan doğal olarak bilmek ister"önermesine, Farabi felsefesinin ise
"her insan doğal olarak mutlu olmak ister"önermesine dayandığını ve bu anlayıştan yola çıktığını söyleyebiliriz. Farabi, mutluluğun anahtarının ise bilgide ya da başka bir deyişle felsefede olduğunu şöyle ifade eder:
"Mutluluğa güzel şeyler bizde yerleşik hale geldiğinde ulaştığımıza ve güzel şeyler de bizde ancak felsefe sanatı sayesinde yerleşik hale geldiğine göre, bundan, kendisi ile mutluluğa ulaşılan şeyin felsefe olduğu, zorunlu olarak ortaya çıkar. Felsefe ise, bizde ancak temyiz yetkinliği ile oluşur."
Sadece Farabi'nin değil, genel olarak İslam filozoflarının bilgi felsefesi ile uğraşmalarının arkasındaki neden bilgi ile mutluluk arasında böylesine yakın bir ilişki olduğunu düşünmeleridir. Bu yüzden Farabi'nin belli başlı eserlerinde bilinmesi gereken şeylerden söz edilir.
Farabi'deki bilgi probleminin metafizik, psikolojik ve mantık bağlamında üç uzantısından söz edilebilir.
Bilgi felsefesinin metafizik boyutu kısaca şöyle ifade edilebilir: Mutluluk insanın kendisi için en son yetkinliktir ve mutlak iyiliği ifade eder. O yetkinliğe ulaşınca talep edilecek başka bir şey kalmamıştır. Yani mutluluk, bütün amaçların arasında kendisi için istenen biricik amaçtır. Farabi'ye göre insan bu amaca maddi boyutunu aşarak, ruhunu maddi olan her şeye karşı bağımsızlaştırarak ulaşabilir. İnsan, bir akıl varlığı olduğu için, bunu ancak akla dayalı bir yetkinleşme çabası ile gerçekleştirebilir.
Farabi'de bilgi teorisi psikoloji alanındaki bir uzantıya da sahiptir. Buna göre varlık ile düşünceyi ilişkiye sokan şey surettir. Biz nesneleri onun suretine göre tanımlarız. Yani suret hem cismin kendisinde vardır hem de var olanın zihnimizdeki bir karşılığıdır. Varlığın işleyiş mekanizmasıyla, düşüncenin işleyiş mekanizması arasında da bir uyum vardır. Farabi'ye göre suret, cisimde, duyuda ve akılda bulunabilir ve bu bulunuşlar insan psikolojisinin aşamaları biçimindedir. Suretin cisimde bulunuşu maddi olarak etkilenme yoluyla olur ve onun dış dünyadaki varlığıdır. Suretin zihindeki bulunuşu ise idrak, yani soyutlama yoluyla gerçekleşir ve bu duyuda ve akılda olmak üzere iki biçimde gerçekleşir. Suretin duyuda bulunuşu bir etkilenme ile değil tasavvur yoluyla olur, yani duyu nesnenin suretini bulunduğu durumlar içinde idrak eder. Suretin akılda bulunuşu ise yine idrak yoluyla olur fakat bir takım zihinsel süreçler sonunda olan ve maddi olmayan bir bulunuştur. Suret işte bu aşamada cisimden ve maddi ilişkilerden tamamen soyutlanır ve bilgi dediğimiz şey de bu aşamada oluşur.
Farabi'ye göre mantık sanatı, bütün olarak, aklı düzeltmeye ve insanı haklarında yanılmasının mümkün olduğu bütün akılsallarda (ma'kûlât) doğru yola, hakikate götürmeye yarayan kanunları, akılsallar konusunda insanı hata yapmaktan, ayağı kaymaktan ve yanlışa düşmekten koruyan kanunları, kendileriyle ilgili olarak herhangi bir insanın yanlış yapması mümkün olan akılsalların kontrol edilmesi için gereken kanunları verir. (...)
"Bu sanat (Mantık ilmi), nahiv sınaatına (gramer) benzer. Çünkü mantık sınaatının akla ve akılsallara (ma'kulât) nispeti, nahiv sanatının (gramer) dil ile kelimelere nispeti gibidir. Nahiv ilminin bize kelimeler hakkında verdiği bütün kanunların mâkullerdeki benzerini mantık ilmi bize verir."
"Mantık ilmi, bir de aruz ilmine benzer, çünkü mantık ilminin makullere nisbeti, aruzun şiir vezinlerine nisbeti gibidir. Aruz ilminin şiir vezinleri için bize verdiği bütün kanunların mâkullerdeki benzerlerini bize mantık ilmi verir."
Farabi'nin bilgi felsefesinin en önemli kısmını mantık felsefesi oluşturur. Farabi'ye göre varlıklar dünyası ile düşünceler dünyası arasında uyum sağlanabilir ve bunu sağlayabilmek için mantık sanatının sağlayacağı bir zihin eğitimi gereklidir. İnsana özgü olan iyiliklerin başında akıl olduğuna göre ve mantık sanatı da aklın doğru çalışmasını sağlayan bir araç olduğuna göre bu mantık sanatı insana özgü iyiliklerin başında gelmektedir.
Mantık kavramı modern zamanlarda ortaya çıkmış bir kavramdır. Aristo'nun kitabı Organon yüzyıllarca mantık anlamında kullanılmıştır. Aristo'ya göre mantık, bilgi elde etmenin bir aracıdır. Farabi'ye göre mantık hem bir alet/sanat, hem de bir bilim'dir. Mantık dilbilim ile çok yakın bir ilişkiye sahiptir. Mantık düşünmenin evrensel kurallarını, dil bilim ise o dile özgü kurallarını belirler. Aynı şekilde Farabi'ye göre mantığın matematik ve geometri ile de çok yakın bir ilişkisi vardır. Bu yüzden mantık öğrenmek isteyenlerin önce geometri öğrenmeleri gerektiğini söyler.
Farabi'ye göre "mantık sanatı" beş şekilde icra edilir. Bunlar burhanî, cedelî, sofistâî, hatabî ve şi'rî sanatlardır.
"...bütün hallerinde kesin bilgiyi ifade etmek için kullanılır. Bu kesin bilgi de aksi bulunması mümkün olmayan bilgidir. İnsanın bundan dönmesi mümkün değildir, bundan dönülebileceğini zannetmesi de mümkün değildir, onun hakkında yanlış yaptığı şüphesine de düşmez, mugalâta onu bu düşünceden vazgeçirmez, bir yön ve sebepten dolayı ondan şüphe etmez ve tereddüte düşmez"Görüldüğü gibi Burhan sanatı Farabi'ye göre mantığın en önemli kısmıdır.
"Gerçek olmayan şey hakkında gerçek ve gerçek olan şey hakkında gerçel değil zannını verir; alim olmayan kimseyi kuvvetli bir alim zannettirir, hakîm olan bir kimse hakkında da öyle değilmiş zannı verir."Bu sanata sahip olan kimseler insanları yanıltmaya (mugalâta), şaşırtmaya ve aldatmaya yetenekli olurlar. Aynı zamanda kişi kendisi hakkında da gerçek olmayan bir fikre sahip olabilir. Farabi, kelimenin Yunanca felsefe, hikmet anlamındaki sofiya ile göz boyayan anlamındaki istis sözcüklerinden oluştuğunu ve "göz boyayıcı hikmet" anlamına geldiğini belirtir.
"Bu yüzden öteki sözler değilse de şiiri sözler süslenir, bezenir, kelimeler kuvvet verilir ve 'Mantık ilmi'nde zikrettiğim şeyler ile, onun parlaklık ve güzelliği artırılır."
İlk mevcudtan, ikincisinin vücudu taşar. Bu ikincisi dahi asla cisimleşmemiş ve maddesiz bir cevher olup kendi zatını ve ilk varlığı akleder. Kendi cevherinden aklettiği şey, zatından başka bir şey değildir. İlk mevcudu akletmesi dolayısıyla, ondan bir üçüncünün gelmesi gerektir. Kendine mahsus zatiyle cevherlenmiş olduğundan ondan birinci semanın gelmesi gerektir. Üçüncüsü dahi maddesiz olup cevheri itibarıyla akıldır. Kendini ve ilki akleder. Kendi hususi zatiyle cevherlenmiş olduğundan, ondan sabit yıldızlar kümesinin gelmesi lâzımdır. İlk mevcudu akletmesi dolayısıyla ondan bir dördüncünün gelmesi gerekir. Bu da maddesizdir; hem kendini hem ilk mevcudu akleder. Kendi hususi zatiyle cevherlenmiş olmakla ondan Zühal küresinin gelmesi lâzım. İlk mevcuda akletmesi dolayısıyla, bir beşincinin vücudunu muktezidir. Bu beşincisi dahi, maddesiz olup kendini ve ilk mevcudu akleder; kendi zatiyle cevherlenmiş olduğundan, ondan Müşteri küresinin gelmesi lâzımdır ki bunun da vücudu maddesiz olup kendi zâtını ve ilk mevcudu akleder; kendi zatı ile cevherlendiğinden ondan Merih küresinin gelmesi lazım. İlki akletmesi dolayısıyla ondan bir yedincinin gelmesi gerekir. Bunun da vücudu maddesiz olup kendini ve ilk mevcudu akleder. Kendi zatiyle cevherlenmiş olmakla, ondan güneş küresinin gelmesi lâzım. İlk mevcudu akletmesi yüzünden ondan bir sekizincinin gelmesi lazım. Onun da vücudu maddesiz olup kendini ve ilk mevcudu akleder. Kendi hususi zatiyle cevherlendiğinden, ondan Zühre Küresinin gelmesi lâzım. Bunun da ilk mevcudu akletmesi dolayısıyla, ondan bir dokuzuncunun gelmesi gerektir. Bu dahi maddesiz olup kendi zatını ve ilk mevcudu akleder. Kendi zatiyle cevherlenmiş olduğundan ondan Utarid küresinin gelmesi lâzım. İlk mevcudu akletmesi dolayısıyla, kendisinden bir onuncunun gelmesi icabeder. Bunun dahî vücudu maddesiz olup kendi zatını ve ilki akleder. Kendi zatiyle cevherlendiğinden ondan kamerin gelmesi lâzım. Bunun da ilk mevcudu akletmesi yüzünden kendisinden onbirincinin gelmesi icabeder. Bu onbirinci de maddesiz bir vücud olup kendi zatını ve ilk mevcudu akleder. Fakat bunun vücudunu hâsıl etmek için, madde ve mevzu'a hiç ihtiyacı olmayan şeyler burada son bulurlar. Onlar mufârık (maddeden ayrı) olup cevherleri itibarıyla hem akıldırlar hem mâkuldürler. Kamer küresinin yanında samevî cisimler sona erer. Bunlar, tabiatleri icabı, devrî hareketle dönerler.
Farabi, El-Medinetü'l Fâzıla, s. 33-34
Farabi'de doğa felsefesini metafizik ve psikolojiden ayırmak oldukça güçtür. Çünkü Allah ile "göklerin" hareketleri arasında, gök akıllarının dereceleri ile insan aklı arasında sıkı bir bağlantı vardır. Farabi, diğer Meşşai filozofları ve ilk İslam ansiklopedistleri sayılabilecek İhvan-ı Safa aydınları gibi, ilk olarak Plotinus tarafından geliştirilmiş olan sudûr teorisini (Emanation) kabul eder. Buna göre tanrının taşması ile alemler/felekler/gökler ve akıllar oluşur. Yani fizik ile metafizik, hem gökler hem de akıllar aracılığıyla iç içe geçer.
Farabi gökleri (alemler, felekler) akıllar kuramına ve metafiziğe bağlar. Aristo kitapları için yazdığı şerhlerde Fizik'in 8. kitabındaki ilk hareket ettirici (Allah) fikrini Metafizik'in 5. kitabındaki akıllar kuramı ve De Anima'nın 2 ve 4. bölümlerindeki "insan aklı" fikriyle birleştirir. Farabi'nin eserlerinde açıkladığı sudûr teorisi Batlamyusçu yer-merkezli bir kozmoloji ile metafizik karışımı bir teoridir. Yani teori hem evreni hem de "yaratılış" anlayışını açıklar. Teorinin iskeletini kozmoloji sağlar. Batlamyus kozmolojisinde âlemin, ortak merkezi dünya olan bir dizi kürelerden oluştuğu kabul edilir. İlk sema olarak adlandırılan en dıştaki küre, beş sabit yıldızdan oluşan bir küre ve Satürn, Jüpiter, Mars, Güneş, Venüs, Merkür ve nihayet Ay küreleri. Ay küresi (felek) yer-merkeze en yakın küredir. Bu kozmolojik iç içe küreler dizilişi iskeleti oluştururken, ilahiyat da içeriği oluşturur. Farabi'ye göre Tanrı'nın alemi yaratmasını sağlayan şey Tanrı'nın aklî faaliyetidir. Tanrının kendini düşünmesinin (tefekkür) bir sonucu olarak Tanrıdan ikinci bir akıl oluşur yani "sudûr" eder. Ortaya çıkan bu akıl hem kendini düşünür hem de kendisini yaratan Tanrı'yı yani ilk aklı düşünür. Tanrıyı düşünmesi sayesinde ortaya bir üçüncü akıl çıkar kendini düşünmesi sayesinde ise ilk semâ (felek), yani en dıştaki küre oluşur. Üçüncü akılın da aynı şekilde ilk aklı düşünmesi sayesinde dördüncü bir akıl, kendisini düşünmesi sayesinde ise ikinci semâ ortaya çıkar. Bu küre ise yıldızlardan oluşan küredir. Bu süreç tekrarlanır ve Tanrı'dan başka on akıl ile sıra ile iç içe Satürn, Jüpiter, Mars, Güneş, Venüs, Merkür semâları oluşur, en son olarak da ay-altı alemimiz, yani dünya oluşur.
Farabi'nin doğa görüşü oldukça deterministtir. Bu determinizm onun metafizik anlayışındaki determinizmden gelmektedir. Plotinus'çularda olduğu gibi Farabi'de de "âlemin özü" problemi felsefesinde büyük bir rol oynar. Bunu açıklayabilmek için Plotinus Bir, akıl ve ruh üçlüsünü dünyanın ilkesi olarak kabul eder. Farabi bunu kabul etse bile maddi bir dünyanın açıklanması ile meşgul gibidir. Bazı Eflatuncuların "Gök"ü mutlak olarak manevi kabul etmelerine karşın, Farabi göğün maddi olduğunda ısrar eder.
Hilmi Ziya Ülken, Hristiyanlıktaki teslis anlayışına yaklaşan Plotinus'un üçlük (Bir/Allah, akıl, ruh) eğilimini Farabi'nin kabul etmesinin bir çelişki olduğunu, Vahdaniyetçi, yani Tanrı'nın birliğine inanan bir müslüman filozof olan Farabi'nin bu teslisi reddetmesi gerektiğini söyler. Çünkü akıl ile Allah arasında epey büyük bir mesafe vardır. Ancak Farabi bu sayede fizik ile metafiziğin iç içe geçmesini sağlamış ve Farabi metafiziği Musa ibn Meymun yoluyla Spinoza felsefesinin oluşmasını sağlamıştır.
Farabi'nin metafizik öğretileri modern araştırmacılara bazı zorluklar çıkarmaktadır. Bu zorlukların bir kısmı İbn-i Sina öğretisini yansıtan bazı eserlerin Farabi'ye atfedilmesinden, bir kısmı da Farabi'nin olduğu kesin olan eserlerde bile Aristo ve Neoplatoncu metafiziklere yaklaşımındaki belirsizlikten gelmektedir. Druart'ın ileri sürdüğü ve Deborah L. Black'ın da kabul ettiği yaklaşıma göre Farabi, Neoplatonculuğun merkezinde yer alan sudûr teorisinin Aristo'nun görüşü olmadığını fark etmesine rağmen benimsemiştir. Yazarlar, Farabi'nin bu teoriyi kabul etmesinin nedeni olarak, Aristo'nun ihmal ettiği ilahi ve maddi varlıklar arasındaki nedensellik ilişkisini Neoplatoncu sudûr felsefesinin açıklayabildiğini ileri sürerler.
Farabi'nin metafiziğinin kendisinden sonraki dönemlere nasıl etki etmiş olduğunu en iyi İbn-i Sina'nın aktardığı bir anısı gösterir. Buna göre İbn-i Sina Aristo'nun Metafizik'ini kırk defa okumasına karşın amacının kendisine kapalı kalmış olduğunu, ancak tesadüfen Farabi'nin Filozof Aristoteles'in Amaçları (Kitâb-ül agrâz-il-Hâkîm Aristôtâlis) adlı risalesini okuyunca şaşkınlığı ortadan kalkmıştır. İbn-i Sina bu kafa karışıklığını Farabi'nin nasıl çözdüğünü belirtmez ancak bunda Farabi'nin teoloji ile ifadelerinin etkili olduğu anlaşılır. Çünkü Farabi risalesine Aristo metafiziğinin bir ilahi ilim
olarak tanımlandığını, halbuki gerçekte ilahi varlıklarla ilgili değil maddi varlıklarla ve onların kökenleri ve özellikleri ile ilgili bir inceleme içerdiğini söyleyerek başlar.
Farabi akıllar ve feleklerden oluşan sudûr teorisine karşın müneccimlerin yıldızlara bakarak onlardan anlamlar çıkarmasına karşı Yıldızlar üzerine doğru olan ve olmayan şeyler hakkında nükteler kitabı (Kitâb-ün-nüket fî-mâ yesihhü velâ yesihhü min ahkâm-in-nücüm) adlı bir risale yazmıştır. Tüm Orta Çağ dönemi boyunca düşünürleri ve Farabi'yi bu kadar uğraştıran gök akılları ve felekleri kuramı Rönesanstan sonra felsefede bütün değerini kaybetmiştir.
Farabi'nin psikoloji ve zihin felsefesi anlayışı metafizik ve tasavvuf anlayışına bağlıdır. Akıl hakkında kitap (Kitâb-ün fi'l-akl) psikoloji konusuna özel olarak değindiği tek eseridir. Gerçi Hikmetlerin yüzük taşları kitabı (Kitâb-ü füsûs-il-hikem) adlı kitapta da bu konuya değinilir, ancak Halil Georr bu eserin Farabi'ye ait olmadığını, düşüncelerine yakın bir başka kişiye ait olabileceğini ileri sürmüştür. Bu konudaki görüşleri metafizik ve siyasetle ilgili yazıları içinde yer alır.
İnsan nefsi konusundaki görüşlerini ayrıntılı olarak Faziletli şehir halkı fikirlerinin esasları (Kitâb-ün fî mebâdî ârâ-i ehl-il Medînet-il-fâzıla) adlı kitabında açıklar. Buna göre nefis beş kısımdan oluşur: Besleyici kuvvet, duyma kuvveti, muhayyile kuvveti, nâtık (düşünme) kuvveti ve isteme kuvveti. Her bir kuvvetin bir hakim kuvveti, bir ya da birkaç hadım/tabii kuvveti vardır. Besleyici kuvvet (ğaziye) insanda ilk vücud bulan kuvvettir ve onu beslenmeye sevk eder. Hakim kuvveti ağızda bulunur. Tabi ve hadım kuvvetleri ise vücudun çeşitli yerlerine dağılmış durumdadır. Kursak, karaciğer, dalak vb. hadım kuvvetler olarak hakim kuvvete hizmet eder. Duyma kuvvetinin (hâssa) hakim kuvveti kalpte bulunur. Hadım kuvvetler ise gözlere, kulaklara ve diğer uzuvlara dağılmıştır. Muhayyile kuvvetinin ise diğer uzuvlara dağılmış tabi kuvvetleri yoktur. Sadece hakim kuvveti vardır ve o da kalpte oturur. Duyma kuvveti ile duyduklarımızı, duyularımızdan silindikten sonra muhayyile kuvveti muhafaza eder. Nâtık kuvvetin de, diğer organlara dağılmış tabi ve hadım kuvvetleri yoktur. Aynı muhayyile kuvveti gibi kalpte bulunur ve hem muhayyile hem duyma kuvvetlerine reislik eder. İsteme kuvveti ise bir şeyi özleyen veya yadırgayan kuvvettir. İrade bu kuvvet sayesinde oluşur.
Muhayyile kuvveti ile düşünme kuvvetinin yeri olarak kalbin gösterilmesi Aristo geleneğine dayanmakta idi. Aristo'dan sonra yaşamış olan Galen'in geliştirdiği fizyoloji bilgileri sayesinde bu kuvvetlerin merkezlerinin beyinde yer aldığını gösterilince, bu geleneği takip eden filozoflar bu görüşte bir revizyon yaptılar ve kalbin merkez gösterilmesinin bâtınî olduğunu ifade ettiler. Farabi beyinin (dimağ) rolünü kalbe hizmet etmek olarak tanımlar. Dimağ duyma sinirlerinin kuvvetlerini muhafaza etmektedir. Ayrıca omirilik ile beyin arasındaki ilişkiyi de şöyle tanımlar:
"Bu sinirlerin çoğunun bitki tarlası, dimağ olup onları muhafaza eden kuvvetler dahi bizzat dimağdan beslenirler. Bazı sinirlerin bitki tarlası, murdar ilik olup üst ucundan dimağa bitişik bulunmaktadır. Bu sinirleri dimağ, murdar ilik yardımiyle besler."
Farabi'nin peygamberlik ve kehanet konularında tahayyül kuvvetine verdiği önem yüzünden muhayyile kuvveti ile ilgili görüşleri önem taşır. Muhayyile kuvveti varlıkların resimlerini muhafaza etmek ve bunları birbirine ekleyerek sentezlemenin dışında bir üçüncü işlevi daha yerine getirir ki, bunu Farabi benzetme ve taklit olarak tanımlar. Bu yetenek sayesinde kaydetmiş olduğu varlıklarla ilgili resimleri ilgili bulundukları duyguya benzetir;
"bazen makulleri, bazen besleme kuvvetini, bazen isteme kuvvetini taklit eder, bazı anlarda cismimizin tesiri altında kaldığı mizacı taklit eder; cismiminizin mizacını nemli bulursa, su veya yüzme gibi nemle ilgili mahsûsleri taklit eder; cismimizin mizacını kuru bulursa, kuraklıkla ilgili şeyleri taklit eder. Aynı surette soğuk ve sıcak bulduğu cismimizin soğuk ve sıcaklığını teklid eder."Muhayyile kuvveti bu taklit yeteneği sayesinde nesneleri diğer nesnelerin suretiyle temsil edebildiği gibi, beden mizaçları, arzuları, heyecanları ve hatta maddi olmayan şeylerin dahi taklidini yapabilir. Farabi, tahayyülün bu taklit yeteneğini şiir ilmi ile ilgili psikolojik temelleri açıklarken kullandığı gibi peygamberlik ve kehanet gibi konuları açıklarken de kullanır. Ancak bu ilişkiyi anlayabilmek için önce Farabi'nin natık kuvvet yani akıl ile ilgili düşüncelerini bilmek gerekir.
Farabi Aristoteles'in De Anima'sındaki tanımlardan yola çıkar. De Anima 3, 4 ve 5'te yapılan "her şey olan" bir akıl ve "her şeyi yapan" bir akıl şeklindeki nispeten gevşek tarifleri "güç halinde akıl" (bilkuvve akıl) ve "faal akıl" olarak yeniden tanımlar. Ve aklın aşamalardan oluştuğu ve bu iki derece arasında da derecelerin olduğunu şeklinde bir görüşü benimser. Buna göre Farabi dört akıl aşaması tanımlar:
Farabi Afrodisyaslı İskender gibi güç halinde aklı nesnelerin formlarının ve özelliklerinin onlara karşılık gelen suretlerinden (sensible images) ayrılmasını sağlayan potansiyel bir yetenek olarak görür. Bu güç halinde akıl yeteneklerini artırdıkça potansiyel bir güç olmaktan çıkar ve eyleme dönüşür ve ikinci tür bir akla, yani fiil halinde akıla dönüşür. Bu dönüşüm birdenbire değil tedrici olarak gerçekleşir ve hedefi tüm varlıkları ve insanın bilmesi mümkün olan tüm bilgileri bilmesidir. Bu hedefe muhtemelen sadece birkaç kişi ulaşabilecektir. Akıl nihayet bu hedefe ulaştığında potansiyel halinden kalan tüm izler yok olur ve saf suret ve saf fiililik halini alır. Bu noktada artık maddeden ayrılabildiği için kendini tefekkür edebilme yeteneğine ulaşır. Bu yetenek sayesinde de üçüncü akıla, yani "kazanılmış akıla" ulaşabilir. Bu akıl aşamasında insan aklı tamamen fiili hale gelmiş olur ve maddi olmayan varlıkların alemine daha çok yaklaşmış olur. Ancak bu üçüncü aşamaya ulaşabilenler faal akıla yaklaşabilir, onu düşünebilir. Aristo'ya göre faal akıl ilk ilkedir (Allah). Fakat Farabi'ye göre faal akıl ilk ilke değildir, çünkü ilk ilke (Allah) şeylere varoluş ve yetkinlik vermeli, kendisi de kusursuz olmalıdır. Oysa faal akıl sınırlı şekilleri meydana getirir, bu da onda bir eksiklik olduğunu gösterir. Bu yüzden faal akıl Allah olamaz. Allah, faal akla hareket veren bir ilke olmalıdır. Bu yolla Farabi'nin metafizik psikolojisi onu tasavvufa götürmüştür. İlahi akıl düşünülemez, insan aklı için bilinemez kalır. İlahi güce ulaşabilmek için ancak aşk ve vecd yolları, yani tasavvuf kullanılabilir.
Farabi siyaset felsefesi üzerine iki önemli eser yazmıştır: Faziletli Şehir Halkı Fikirlerinin Esasları (Kitâb-ün fî mebâdî ârâ-i ehl-il Medînet-il-fâzıla) ve Şehir Siyaseti (Kitâb-ül-siyâset-il-medeniye). Bu kitaplarda Farabi, Eflatun'un görüşlerine yakın düşünceler geliştirir, onun Devlet diyaloglarını tamamlar ve İslam inancı ile uzlaştırmaya çalışır. Ülgen'e göre Farabi bir çeşit ütopisttir; ancak onun ütopyası Thomas More ve Campanella'nın ütopyalarından farklıdır. Çünkü Farabi, bu ütopik toplumun yanında gerçek toplumu da kabul eder ve açıklamaya çalışır. Ayrıca Farabi hümanisttir; onun yetkin devleti bütün insanlığı kuşatan bir dünya devletidir. Burada dayandığı Yunan filozoflarını aşar. Bunun nedeni, eski sitelerin toplum anlayışları yerine İslam'ın evrensel toplumsal algısına dayanmasıdır.
Farabi'nin ideal bir toplum ütopyası vardır. Buna "Medînetü'l-fâzıla" der; Türkçeye "faziletli toplum", "fâzıl şehir", "erdemli toplum" gibi çevrilebilir. Faziletli bir şehrin reisinde bulunması gereken 12 özellik sayar: vücudunun tam olması, kavrayışının güçlü olması, hafızasının iyi olması, uyanık ve zeki olması, güzel konuşması, öğrenmeyi ve öğretmeyi sevmesi, yemeye, içmeye ve kadınlara düşkün olmaması, doğruyu sevip yalandan nefret etmesi, paraya pula değer vermemesi, adaletli olması, ılımlı olması ve azimli, iradeli olması. Bu özellikler kolaylıkla bir kişide bulunamayacağı için, her biri bu özelliklerin bir kısmını karşılayan ve birbirleriyle uyumlu bir grup lider de topluma önderlik edebilir. Bu özellikleri olan bir lider bulunamazsa toplum başsız kalır ve tehlikeye düşer, sonunda da yıkılır.
Farabi "faziletli şehir"e aykırı düşen durumları da sıralar: cahil şehir, fasık şehir, değişmiş şehir ve şaşkın şehir gibi şehir türleri tanımlar. Cahil şehrin halkı gerçek mutluluğu ne tanır ne de düşünür; kendilerine öğretilse bile kabul etmezler. Onlar ancak dünyevi zevklerin peşinde koşar ve bunu mutluluk sanır. Fâsık şehir ise düşüncesi itibarıyla faziletli şehirden ayırt edilmez; Allah'ı, yüce varlıkları ve faziletli şehrin bildiği her şeyi bilirler ama işleri cahil şehrin yaptığı işler gibidir. Değişmiş şehir, daha önce faziletli bir şehir olup başka fikirlerin etkisiyle değişmiş şehirdir. Şaşkın şehir ise dünya hayatından sonra saadete kavuşacaklarını sanan şaşırmış bir şehirdir; liderleri kendisine vahiy olunduğunu ve doğru yolda olduklarını söyleyerek yalan söylemekten kaçınmazlar.
Farabi'ye göre cahil şehir de kendi içinde çeşitli gruplara ayrılır: